Bu hafta bahsedeceğim film çok. Geçen
haftadan beri film krizine girmiş gibi film izliyorum. Sanırım bunda havaların
da etkisi var. Kasvetli ve yağmurlu günlerde evde kalmak ve film izlemek dışarı
çıkmaktan daha cazip geliyor.
Son iki haftadır oldukça sağlam filmler
izledim. Bende iz bırakanları ve etkisini uzun süre hissettiğim bazı filmleri
özellikle tavsiye etmek istiyorum. Geçen hafta kütüphanemi karıştırırken dergilerin yanında verilen
filmleri buldum rafların arasında. Ben sıkı bir Milliyet Sanat takipçisiyim,
her sayısını alırım. Bu nedenle bir sürü eski ve kült sayılan film birikmişti,
ben de izlemek için doğru zamanı bekliyordum. Önce onlardan bahsedeceğim. Başka
bir yazıda da izlediğim diğer filmleri anlatacağım.
İlki Fransız sinemasından, 2004 yapımı bir
film. “Geçmişte Kalan Aşk-Changing Times”. Başrollerde Gerard Depardieu ve Catherine Denevue
var. Çok büyük iki oyuncu ama filmi sıradan bir eski aşkın dirilmesi konulu
film olmaktan kurtaramamışlar. Ancak sonu güzel ve düşündürücü. Aklımda kalan
bir repliği paylaşayım, “birine zarar vermeden ona sahip olamazsın”..
“Ay-La Luna”, sıradışı İtalyan yönetmen Bernardo
Bertolucci’nin 1979 yapımı hayli uç filmi. Opera sanatçısı bir anne ile oğlunun
yaşadıkları bir takım travmalardan sonra yakınlaşmalarını konu alıyor ancak bu
yakınlaşma cinsel bir yakınlaşma. Konusu oldukça alışılmışın dışında,
oyunculuklar iyi. Ama beni en çok mutlu eden İtalya’ya aşık biri olarak, İtalya’nın
eski sokaklarını, eski caddelerini, sahillerini görmek oldu. Ve elbette opera
ile ilgili sahneler ve performanslar muhteşemdi. Konu ne kadar rahatsız edici
olsa da filmi sadece bunlar için tekrar izleyebilirim. Kadın oyuncu başarılı
aktris rahmetli Jill Clayburgh.
En iyiye doğru gidiyorum. Neden daha önce
izlemedim diye ah vah ettiğim filmlerden biri Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’un
1997 yılında çektiği “Sonsuzluk ve Bir Gün-Eternity and a Day”i oldu. Film müziklerini mutlaka
biliyorsunuzdur. Elenie Karandireu’nun bu film için yaptığı müzikler hem muhteşem bir hüznü
barındırıyor hem de filmi tamamlıyor. Theo
Angelopoulos dünya sinemasında hem uzun ve tek plan sinema tekniğiyle çekim
yapan hem görsel duyguyu başarıyla yansıtan bir yönetmendi. Filmde ölümcül hastalığa
yakalanan bir yazarla mülteci bir çocuğun beraber geçirdikleri bir gün anlatılıyor.
Filmde uzun plan içindeki zaman geçişleri muhteşem. Harika bir film, çok
dramatik çok etkileyici, muhteşem müzikleriyle hala etkisindeyim, nasıl daha
önce izlememişim, hayret ediyorum kendime. Ayrıca Cannes Film Festivali’nde
Altın Palmiye almış bir film. Masal gibi bir ve adeta hipnotize ediyor. Mutlaka izlenmeli.
Ve en iyisini sona sakladım. Filmi o kadar beğendim ki yazımın başlığında yer vermek istedim. ”Sudaki Bıçak-Knife in the Water”.
Polonyalı Yönetmen Roman Polanski’nin çektikten sonra Polonya’yı terk ettiği
film için sanırım dönemin koşulları içinde değeri anlaşılamamış demek yanlış
olmaz. Yıl 1962. Polonyalı bir çiftin arabalarına aldıkları genç bir
otostopçuyla çıktıkları tekne gezisini konu alan film gerek kurgusu gerek yaşattığı
gerilimle kesinlikle izlenmesi gereken bir film. İlginç olansa siyah beyaz olan
filmin başından sonuna kadar sadece üç kişi görüyor olmamız ve hikayenin
neredeyse tamamının küçük bir teknede geçiyor olması. İzlerken duyduğum
hayranlık ve hayret, kamera arkası ve yönetmenle yapılan röportajı izleyince
daha da arttı. En iyi yabancı film dalında Oscar adayı da olmuş filmde rahmetli
Leon Niemczyk’in performansı diğer oyuncuların çok önünde.
Filmde genç adamın okuduğu bir şiir var, bugün anneler günü olması nedeniyle şiirden bir parçayı da paylaşarak veda edeyim;
Sen misin gökyüzünde ışıl ışıl parlayan annem,
Yıldızlar mı yoksa,
Mavi denizde beyaz bir yelkenli misin?
Köpüğü müsün kıyıyı döven dalgaların,
Yıldızların tozunu üzerime serpen,
Senin ellerin mi anne?
İyi seyirler.
0 comments