25 Eylül 2010

BEYAZ

Buz gibi beyaz, sessiz gecelerde, günlere kavuştuğunu göremediğim penceresi örtük odalarda , zihnimdeki derin dalgalardan kurtulabilmek için son çırpınışımdı bu…Başaramadım.
Dağınık yataklarda bıraktığım ruhum bir türlü yıkanıp paklanmıyordu pisliğinden. Tonlarca zincire bağlanmış gibi, ayaklarım hep geriye sürüyordu beni. İçimde büyüyüp nefesimi kesen canavardan kurtulmak istiyordum. Oysa her an bir halka daha ekliyordu esaretime. Kurtulamadım.
Hesabını kimsenin veremeyeceği o günleri hatırlamak; zamanın kapattığı yaraları yeniden daha kanlı deşerken, sızıyla zevk arasında, iniltiyle gidip gelen bir organ gibi daha çok kana bulanıyordu bedenim..
Uzun bir sessizlikle bölünen konuşmalardan kulağıma çalınan ve şimdi üstü çamurla sıvanmış birkaç sözcükten başka şey hatırlamadığım döküntüler, bilinçaltımdan hayatımın bu yeni sayfasına akıyordu. Geçmişimin irinli tortusu şimdiki zamanın önünde bir duvar gibi yükseliyordu. Unutulmuş bir borcun senedi gibi önüme sürülüyordu.
Kafamı kaldırıp baktığımda, gözlerimi yakan beyazlıktan başka bir şey yok görebildiğim. Kapalı bir kapının altından, bölük pörçük anlamsız sesler sızıyor. Gözlerimi kapattıkça devrilip ters dönüyor her şey. Karnıma bir sancı yürüyor, ellerimi bastırıp geçmesini bekliyorum.Boşuna. Şimdi olsa, öldürmek yerine ölmeyi seçerdim.
Ellerim ne zamandır bu yatağa bağlı hatırlamıyorum. Her şey bembeyaz burada. Zemin, duvar,çarşaflar, ışık..Sıklığını kestiremediğim aralıklarla gelen doktorlar da baştan ayağa beyaz, gözbebekleri de buzlu bir camın ardından bakıyormuş gibi..Hiç bir anlam taşmıyor bakışlarından, konuşmuyorlar.

Günlerden…
Hangi gün olduğunu kestirmek zor. Çünkü penceresiz bir oda burası. Günün yirmi dört saat olduğundan bile emin değilim.
Bir de o iri yarı, korkunç görünüşlü hemşire var. İğneyi , damarı yerinden çıkarmak istercesine saplayan, ruhsuz bir hayalet. Her geldiğinde gözlerimi kapatıp, içimden saymaya başlıyorum. Bir, iki, üç, beş, on, yirmi…İğneyi hazırlarken gözlerimi açmamı bekliyor olmalı. Hareketleri sabrımı tüketip ona teslim olmamı istercesine ağır. Şırıngayı poşetinden sıyırıp, ilaç şişesinin kafasını kopartıyor. Çıt. Sesler duyulduğundan çok daha büyük bir gürültüyle kulağıma doluyor. Bakmıyorum. Pamuğun serin ıslaklığını damarımın üzerinde hissettiğimde kalp atışlarımla sayılar birbirine karışıyor. O söylemese de derin bir nefes alıyorum. İlacın damarıma yayılmasıyla birlikte başka bir oyun daha başlatıveriyorum hemen. Bildiğim tüm dillerde, karışık saymaya başlıyorum. Uno- zwei- three- quatre…Zihnim sayıları sıraya sokmaya çalışırken tenim iğnenin ucundan kurtuluşunu kutluyor. Sonrası sonsuza yakın bir uyku ama asla tam anlamıyla sonsuz değil…
Buraya neden ve nasıl getirildiğimi bilmediğim ilk günlerde, tek korkum renkleri unutmaktı. İçimden sürekli renk isimlerini tekrar edip, o renkleri gözümün önüne getirmeye çalışırdım. Etrafımda, sayısı zaten bir elin parmağını geçmeyecek kadar az eşya vardı ve bunlar da cilasız bir beyaza bulanmış gibi görünüyordu. Rüyalarımda ellerimi tuvale bastırıp renkleri birbirine karıştırdığımı görürdüm. Bir süre sonra o renklerin tümü kırmızıya döner, tuvalden aşağı damla damla inip yerdeki oyuncak bebeğin üzerine akardı. Birden bebeğin canlandığını ve ellerini bana uzattığını görürdüm. Sıçrayarak uyandığım her kabusun ardından gözlerim hemen beyaza alışırdı.
Bir sabah, buraya getirilişim kaçıncı ayı ya da yılıydı hatırlamıyorum, birkaç doktor, beyaz önlüklerini savurarak odaya girdi. Beyaz gözbebeklerinin adından bakarak sorular sordular, dizlerime vurup, gözbebeklerimi incelediler, birbirlerine bakarak aldıkları notların ardından aynı hızla çıkıp gittiler. Ertesi gün iki hasta bakıcıyla birlikte korkunç hemşire gelip bir iğne yaptı ve ne zamandır oraya bağlı olduğunu bilmediğim kollarımı çözüp iki yanıma bıraktılar. İlk bir kaç gün yabancı gibi baktım onlara. Daha sonra bunu fark eden hemşire, kollarımı çekerek beni yataktan ayırdı ve ellerimi tekrar kullanabilmem için basit hareketler gösterdi.  Suyumu kendim içebileceğimi göstermek için elime tutuşturduğu bardağı hissetmemiştim bile. Büyük bir gürültüyle yere çarpıp dağılan bardağın zerresi kalmadı zeminde. Tam o anda çığlığa benzer bir sesin göğsümü yakıp dışarıya bir ıslık gibi çıkışını dinledim. Ellerimin içinde hissettiğim sıcaklık yüzümdü ve ellerimin üzerinde başka bir el daha hissederek ürpermiştim.
“İyi misin?”
Ellerim yüzümü hala örterken, parmaklarımın arasından sızan sarı ışık, araladığım gözlerimden içeri girdi. Anlayamadığım bir isim çalındı kulağıma. Bu ben miyim?
Sessizliğin ardından koşuşan ayak sesleri ve omzumda, kollarımda beliren bir kaç el. Şimdi sesler daha yakın, daha net.
“İyi misin?”
Açmayı başardığımda, gözlerimi önce beyaz bir boşluk, sonra bu boşluğa damla damla düşüp yayılan renkler kaplıyor. Baktığım yerler katman katman renklenip boyutlanıyor. Bunlara ince, çıtır çıtır cam sesleri ekleniyor. Bir yere doğru sürüklenip bir araya geliyor cam sesleri. Ayaklarımın ucunda bir kadın. Tamam, oldu işte deyip doğruluveriyor yerden. Gülümsemenin yer ettiği belli olan yüzünde bir de göz kırpma peyda oluyor. Az sonra tek kapılı,tek pencereli, sarı boyalı küçük bir evden içeri girip gözden kayboluyor.
“Tamam, hadi bırakalım da nefes alsın”
Sesin nerden geldiğini anlamak için kafamı kaldırdığımda, etrafımın yavaş yavaş boşaldığını görüyorum.
Gözlerim aydınlığa alıştıkça, önümde uzanan uçsuz bucaksız yeşilliği ve nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan, yeşile ulanmış gibi duran maviliği seçiyorum. Renkler giderek derinleşip tonlara ayrılıyor. Nereden  estiği belli olmayan rüzgar, saçlarımı haylaz bir çocuk gibi karıştırıp gidiyor. Müthiş bir huzur duyuyorum hücrelerimde. Gördüklerimi yadırgamıyorum. Tenimin ısındığını, nabzımın hızlandığını hissetmek  bile şaşırtmıyor beni. Her şey hem o anda, hem de çoktan olmuş gibi..
 Bakışlarını bana dikmiş bir kadın seçiyorum, dönüp bakıyorum. Korkuyla kızgınlık karışımı donmuş bir ifade var yüzünde. Siyah saçlarının arasında, griler beyazlar göze çarpıyor. Özensiz topladığı dağınık saçlarından kısa olanlar rüzgarla yüzüne doğru eğilip bükülüyor. Ucu yuvarlak kavissiz burnuyla ince dudakları o kadar farklı ki, ayrı iki yüzden alınıp bir araya getirilmiş hissi uyandırıyor. İçinden sarı çizgilerin geçtiği mavi gözleriyle bana bakmayı sürdürüyor.
Eğilip kulağıma anlayamadığım bir şeyler söylüyor ve aynı anda kolumdan tutup kaldırıyor beni. Ayaklarına uydurmaya çalıştığım adımlarımı önemsemeden hızlıca yürümeye başlıyor. Birkaç sarsak adımla yetişebiliyorum.
Bulunduğumuz yerden uzaklaşınca, bir sigara çıkarıp yakıyor, bana da uzatıyor ama hemen sonra geri çekiyor.
“Unutmuşum, bırakmıştın” diyor.
Paketi cebine yerleştirirken, havada kalan elime bakıp muzipçe gülüyor.
Yüzündeki gülümseme birkaç saniyede silinip yerini ağır, sıkıntılı bir havaya bırakıyor.
Sert sesi rüzgarı kesiyor.
“Daha ne kadar böyle devam edecek?”
Sözleri anlamsız gelse de, hak veren bakışlar gelip oturuyor gözlerime. Bakan ben değilim, benden bağımsız iki organ gibi şimdi gözlerim. Sesi aynı şeyi tekrar ediyormuş gibi özensiz.
“Toparlanman gerek”
Az önceki ses tonu ince ince sıyrılıp düşüyor. Buz gibi bir tonla soruyor.
“Tekrar oraya mı dönmek istiyorsun?!”
Birden buz gibi oluyor vücudum. Dışardan eskimiş, tarazlı bir ses yükseliyor.
“Hayır”
Bakışlarıyla beni onaylıyor,şaşırıyorum, oysa ağzımı bile açmadım. Yüzüne bakıyorum, bir sigara daha yakıyor. Dik omuzları kendini bırakıyor, adımları şimdi daha fazla hissediliyor bastığı yerde.
Yaklaşıp koluma giriyor. Dalları yere değen bir söğüt ağacının çevresinde dönüp geldiğimiz yöne doğru yürümeye devam ediyoruz. Omzumun üstünden geride kalan maviliğe bakıyorum.
Yürüyüşümüz çardağa yaklaştıkça yavaşlıyor. Hava kararmaya başladığı halde şimdi çevreyi daha iyi görebiliyorum.
Ucu görünmeyen bu yemyeşil boşluğun tam ortasına kondurulmuş gibi duran, büyük taşlarla örülmüş, iki katlı, heybetli bir bina, bu binaya birkaç adım mesafede duran, daha küçük, kırmızı kiremit çatılı bir ev daha göze çarpıyor. İçindeki suyun rengi yeşilden sarıya dönmüş bir süs havuzu az ötede tek başına duruyor.
Çardağın yanındaki sarı binaya giden yol gri taşlarla döşenmiş. Geri kalan her yer yeşilin tonlarına boyanmış hissi uyandırıyor. Birkaç masanın ancak sığdığı çardak, kahverengi tonunu ve cilalarını çoktan yitirip, çatısından aşağı doğru bel vermiş. Yine de güzel bir görüntüsü var. Masaların üzerindeki sürahiler mor, sarı, turuncu. Aynı renkler çardağın sağına soluna yerleştirilmiş biberiye saksılarını da boyamış.
 Birkaç adım daha atıp iyice yaklaşınca birden her yer ışıl ışıl oluyor. Daha önce fark etmediğim, çardağın sütunları üzerine sarılı lambalardan, ışıklı toplardan yükselen ışık mutlulukla dolduruyor içimi. Mavi, kırmızı, sarı renkler adeta bir panayır yerine çeviriyor bulunduğumuz yeri.
"Hava iyice karardı, haydi yemeğe"
Sesin sahibi görünmez adımlarla sarı binadan çıkıp çardağa geliyor. Tabakları bardakları masalara dağıtıp soluklanıyor. Başındaki örtüyü sıyırıp tekrar örtüyor, öylesine hızlı ki sihirbaz gibi, elleri havada kayboluyor.
Tabak çanak sesleri çoğalıyor. Masa örtüleri toplanıp yerine meyve desenli olanlar konuyor. Çatal kaşıklar sıralanıyor. Bardaklar diziliyor. Kutsal bir ayin gibi, her şey çoktan öğrenilmiş, yüzyıl öncesinde düzene konmuş izlenimi veriyor. Bu uyumlu hareketlilikten gözlerimi ayıramıyorum.
Renk renk içeceklerin elden ele geçişi, yemeklerden yayılan kokuyu taşıyan rüzgar, çardağı bir ışık huzmesi gibi sarmış lambaların görüntüsü; üstünü karanlık bir örtünün yavaş yavaş kapattığı yeşil ve maviye karışıyor. Fonda denizin şarkısı ve belli belirsiz insan sesleri. Gözlerimi kapatıyorum…
Birden büyük bir gürültüyle bir şey düşüyor yere. Çarptığı an ıslık gibi çıkıyor kırılma sesi. Camın sesi bine bölünüp tüm yeryüzünü kaplıyor.
İsmimi söylüyorlar yine, buzlu camın, duvarların ardından bakıp sesleniyorlar. Havada dağılıp kayboluyorlar.
Her yer yeni baştan beyaza kesiyor. Bu kez yalnız kollarım değil, tüm vücudum bağlı yatağa. Kımıldayamıyorum, bağıramıyorum.
Bu defa uyanamıyorum…

Bu yazıyı paylaş...
  • Share to Facebook
  • Share to Twitter
  • Share to Google+
  • Email This
  • Pin This
  • Share on Tumblr

0 yorum

 
© Deniz'in Şarkısı
Designed by GeCe
Released under Creative Commons 3.0 CC BY-NC 3.0